27 Kasım 2014 Perşembe

Küçük Pete Wrigley'in Göz Testi // 2. Bölüm

7 ay önce ilk bölümünü yayınladığım hikayemin 2. bölümü. 




...Çünkü fotoğrafta Pete'in sadece kafası vardı. Sanki önündeki insan onun görünmesini engellemiş sadece kafası çıkmış gibiydi, ama önünde kimse yoktu. Buna anlam veremedi. Fotoğraf çekilirken önünde kimin durduğunu hatırlayamıyordu. Can havliyle Mona'yı aradı. "Hey fotoğrafa baksana, sence de bir gariplik yok mu? Daha doğrusu bariz sadece kafam var yani baya korkunç." dedi. Mona "Tanrım Pete ne saçmalıyorsun?" dedi. Pete "Nasıl yani sende benim vücudum görünüyor mu?" dedi. Mona "Tabiki görünmüyor,  Jakob kafan hariç her yeri kaplıyor." dedi. Jakob ismi Pete'e hiç bir şey ifade etmiyordu. Pete haklı olarak dumura uğradı. Telefon kulağındaydı ama olanlara anlam veremiyordu. Beyni yanacak gibiydi. Mona telefonda ona sesleniyordu. Pete ahizeyi sertçe telefonun gövdesine kapattı. Garaja koştu ve bisikletine atladı. Zilini deli gibi çalarak Mona'nın evine sürdü.  Bisikleti bahçeye fırlattı ve Mona'ların verandasına koştu. İçeri dalıp dalmama konusunda emin olamadı. Bahçeye geri inip Mona'nın penceresine çimlerin arasından aldığı minik gübrelerden atmaya başladı. Mona penceresini kaldırıp sabitledi ve camdan sarktı. "Tanrım Pete sen aklını mı yitirdin ne oluyor?" dedi. Pete "Hemen fotoğrafı alıp aşağı gel." dedi. "Pekâlâ" dedi Mona ve elinde fotoğraf ile aşağı koştu. Pete cebinden kendi fotoğrafını çıkardı ve Mona'nınkinin yanına koydu. Fakat ikisi de bir fark görmüyordu. Mona iki fotoda da Jakob'u görüyordu, Pete ise ikisinde de kimseyi görmüyordu.  Mona "İşte burada bak Jakob." dedi. Pete ise "Tanrı aşkına Mona bu kahrolası Jakob da kim?" dedi. Mona "Bisikletini al Jakoblara gidiyoruz." dedi. Iki arkadaş bisikletlerine atlayıp Jakob'un evine doğru sürdüler.

"İşte burası." dedi Mona. Pete ise iki ev arasında boş bir arazi görüyordu. Mona "Gel haydi dedi." Mona 9-10 adım attı ve bir anda havada süzülmeye başladı. "Pete bakma öyle buraya gelmeyi sen istedin utangaçlığın sırası değil. O senin sınıf arkadaşın, Tanrı aşkına." Pete ise gözlerini ovuşturuyor, kapatıyor, derin  bir nefes alıyor, geri açıyor ancak yine de ortada bir ev göremiyordu. Oysaki Mona adeta Jakob'ların verandasında yürüyordu. Bir anda konuşmaya başladı "Nasılsınız bayan Greenfield, ben de iyiyim. Pete mi? Korkarım o bugün biraz hasta. Değil mi Pete?". Pete'in anladığına göre prensipte bir Jakob Greenfield, ailesi ve evleri vardı; ancak Pete bunları ne görebiliyor ne de duyabiliyordu. Büyük ihtimalle kokularını da alamıyordu ama kokan insanlar mıydı bunu bile bilemiyordu. Düşünmeye ihtiyacı vardı. Iki elini kulaklarına bastırarak koşmaya başladı.
Kan ter içinde kalan Pete sonunda evine ulaştı ve garaja daldı. En sevdiği şarkıyı çalmaya çalıştığı bölümden kalma baterinin arkasına saklandı. İlerde duvarın dibinde hasta olduğu bölümde burnuna kaçan mavi Amerikan başkanı kafası figürünü gördü. "Ben bunu oturma odasında çıkarmıştım buraya nasıl gelmiş?" diye düşündü. Babasının "King of the Roads" plakası kulak temizleme gününde dev kulağın içinden fışkırtmak için aldıkları mısır lapası kovalarının üstünde duruyordu. Onlara baka baka eski bölümleri hatırladı ve sakinleşti.
Eve çıktığında yüzüne yeni çiller eklenmişti. Annesi Pete'in suratını görünce dehşete kapıldı. "Tanrım! Pete yüzüne ne oldu?". Çok geçmeden bu kırmızı izlerin iç kılcal kanamalar olduğunu farkettiler. Pete'in annesi "Ne için sıktın kendini bu kadar?" diye sorunca Pete ona bütün olup biteni anlattı ve fotoğrafı gösterdi. İşin ilginç tarafı annesinin de Jakob'u görememesiydi. O da çok rahatsız oldu ve kafası yanacak kadar ısındı.
Burada araya girip Pete'in annesinin kafatasında platin bir tabaka olduğunu ve bu plaka sayesinde radyo dalgalarını alabildiğini anlatmam lazım, çünkü herkes "The Adventures of Pete & Pete" dizisini izlemiş olmak zorunda değil.
O zaman kaldığım yerden devam ediyorum. Pete'in annesi yeni dalgalar almaya başladı. Anlamadığı dilde dualar duymaya başladı. Ayin gibi bir şeyi hoperlörden dinliyordu sanki. Bir anda anladığı dilde fısıldaşmalar gelmeye başladı kulağına : "Yakup Yeşilova, senin adın Yakup Yeşilova". Fakat bir anda sesler kesildi. Pete artık annesinin yüz ifadesinden onun sesler duyduğunu anlıyordu. "o neydi anne?" diye sordu. Annesi "sanırım bu gizemi çözme yolunda büyük bir adım attık, ancak dalgaların yerini bulmalıyız. Babanın radyosunu getir." Pete hemen koşup babasının radyosunu getirdi. Fm modundan Am moduna aldılar ve istasyonlar arası yavaş yavaş ilerlemeye başladılar, annesi bir anda "dur" dedi. Pete de dua seslerini duyabiliyordu artık, istasyon bir Türk istasyonuydu, Adana Kebab Fm. Peşpeşe farklı seslerden dua, ayin gibi kayıtlar çalıyordu. Bir anda konuşmacı yayına girdi "beni radyodaki işimden çıkartmadan önce iki kere düşünecektiniz, bunun devamında Adana'da 1993 yılında yapılan bir başka karabüyü ayininin ses kaydını dinleyeceksiniz. Sözde büyücü Rasim Bey bu yolla kazandığı paralar ile kendisine bu radyoyu kurdu ve pazartesi günü kimsenin dinlemediği uyduruk radyodaki programıma 35 dk geç kaldığım için beni işten çıkardı. Isteyen dinleyicilerimiz 00905556785472 gsm hattını arayıp yayına katılabilir" Pete annesine baktı gözlerinden "Uluslararası telefon görüşmesi yapabilir miyim?" sorusu okunuyordu. Annesi ona izin verir biçimde kafasını salladı ve Pete telefona koştu. "Alo, Adana Kebab Fm mi? Rasim bey ile görüşmek istiyorum,  Pete Wrigley, tamam bekliyorum". Tabi bu konuşmalar hep İngilizce oluyor. Benim Türkçe yazdığıma bakmayın siz.
Neyse efendim Rasim Bey telefona cevap veriyor. Pete selam faslından sonra Rasim Bey'e Jakob Greenfield isminde birisini tanıyıp tanımadığını soruyor.  Rasim Bey'in ingilizcesi mükemmel olduğu için hemen kafasında Jakob Greenfield ile Yakup Yeşilova ilişkisini kurabiliyor. (Siz kurabildiniz mi? Twist gibi yapmaya çalıştım.)
Bir anlık bir sessizlik oluyor. Rasim Bey "İsminizi tekrar edebilir misiniz?" "Pete Wrigley".
"Wrigley mi? Ya yok artık,  hakkaten bunun ihtimali nedir ya. Uf tamam size bütün olan biteni anlatmam gerekecek." Ve Rasim Bey Pete'e bütün bu gizemi aydınlatacak saçma sapan hikayeyi anlatır: "80'li yıllardaydı sanırım, bir çift kapımı çaldı, Yeşilova çifti. Çocukları olmuyordu,  benden yardım istediler. Şimdi tövbe ettim ama o zamanlar psişik güçlerim çok kuvvetliydi. Adana'nın bir numaralı büyücüsüydüm. Ama büyü sınırsız değildir. Doğada her şeyin bir dengesi vardır evlat. Tanrı'dan bir şey istersen ona karşılığında bir şey vermelisin. Yeşilovalara çocuk verebilirdim ama bu çocuğun ve ailesinin üzerinde bir lanet olacaktı, Dünya üzerinde bir aile onları ve onlara ait olanları duyu organları ile algılayamayacaktı. O zamanlar Yeşilovaların Amerika'ya göc edeceğini bilmiyordum.  Amerika'daki akrabalarımın bana getirdiği dergilerden birini açıp rastgele bir soyad seçtim.  Bir trafik kazasında kafasına platin bir tabaka saplanan bir kadındı sanırım. Rastgele bir sayfa seçmiştim. İnanın Yakup'un hayatı boyunca Wrigley ailesi ile karşılaşacağını hiç düşünmemiştim." Pete'in dinlediklerini anlayıp sindirmesi biraz uzun sürdü ama bir süre sonra "Peki şimdi ne olacak? " diyebildi. Rasim Bey uzun bir sessizlikten sonra düşünceli bir sesle, "ya bence siz bu konuyu olduğu gibi bırakın, yani çünkü ancak Yakup ölürse, Wrigleyler onun ebeveynlerini görebilirler, Yakup'un kendisini hele hiç göremezsiniz." Pete "ne yani pes mi edeyim?" "Korkarım evet." 
Pete tekrar başında o ağrıyı hissetti, hiç bir "Pete ve Pete" hikayesi böyle havada kalamazdı. Vücudunda hayal kırıklığının verdiği güçsüzlük vardı.  Odasına çıktı, kendini yatağına attı. Petunia'ya bakıp "En azından sen hep yanımda olacaksın." dedi
"Adventures of Pete & Pete" dizisinin bu bölümü hiç yayınlanmadı. Dizinin hitap ettiği yaş grubuna uygun olmayan vahşi öğeler içerdiği için kanalın onayından geçemedi. Zaten yayınlansaydı da son bölüm olacaktı.





Görsel :http://guycodeblog.mtv.com/2011/08/10/adventures-of-pete-pete-hipsters/

23 Nisan 2014 Çarşamba

Küçük Pete Wrigley'in Göz Testi // 1. Bölüm

Ne kadar ben bu hikayeyi yayınlayalı 7 ay olmuş olsa da açıklamasını şimdi yazıyorum. Hikayenin esin kaynağı karakter Pete Wrigley, mekan ise Adana. Çok tembel olduğum ve hikayenin sonunun nasıl biteceğini bir türlü bulamadığım için iki parça şeklinde yayınladım.



Küçük Pete kafasının yanında çığlıklar atan saatin sesine uyandığında saat 7.30du. Normalde lanet ederek doğrulur, ayaklarını yatağın kenarından sarkıtır ve Petunia'ya hayatından ne kadar nefret ettiğini, aslında Afrikalı bir prens olması gerektiğini anlatırdı. Ama bu sabah farklıydı.  Bugün okulun fotoğraf günüydü. Pete aylardır bu günü bekliyordu desek yeridir.  Yatağından donuyla fırladı, Petunia'ya göz kırpmaya çalıştı ama gözündeki çapaklar yüzünden kirpikleri yapıştı, bozuntuya vermeden banyoya koştu. Bu arada merak etmiş olabilirsiniz; Petunia Pete'in kolundaki deniz kızı dövmesi oluyor. Neyse konumuza dönelim. 
Pete banyoya gireli yarım saat olmuştu. Büyük Pete kapıyı yumruklamaya başladığında saçlarını jöleliyordu. Doğrusu çorapları,  boxerı, çilleri ve arkaya jölelenmiş saçları ile biraz şapşal duruyordu. Çil demişken, Pete ve ağabeyi Pete annelerinde hafif sezilen kızıllığı yoğun bir şekilde genlerine işletmişti. Yumurtayı dölleyen spermlerin gen kontuarında istedikleri genleri seçip genoma işletmelerine dair hikayeyi başka bir zaman anlatmam gerekecek.
Pete tuvaletten çıktı ve Pete'e bakıp "bugün kendimi harika hissediyorum, sen de kendine iyi bak" dedi. Odasına girdi, dolabının önüne geçti,  Petunia'ya bakıp "hazır mısın" dedi, kendi kendine kolunu büküp onu onaylar biçimde dans ettirdi. Derin bir nefes alıp dolabını açtı. Gömleklerini araladı ve dolabın arkasındaki kapağı açıp ikinci bölmeye uzandı. Orada duran askıyı çıkarttı. Bu diziden bir sahne olsaydı askıdan önce Pete'in yüzündeki tatmin olmuş gülümsemeyi ve kafasını hafif hafif aşağı yukarı sallamasını görürdük. Ama değil. Ama siz beni anlamışsınızdır. O zaman askımıza bir bakalım; 

1 numarada tabiki Pete'in vazgeçilmez kırmızı ekoseli kasketi var.

2 . siyah boğazlı kazak.

3. siyah ekose gömlek.

4. gri kadife pantolon.

5. spor ayakkabı. (bunlar askıya bağcıklarından bağlanarak asılmıştı)
Bilmiyorum kafanızda canlandırabiliyor musunuz ama bu saydıklarımın Pete'in her gün giydiklerinden hiç bir farkı yok. Biraz kafanız karışmış olabilir. "Bu kadar satırı fotoğraf günü için hiç özenmemiş bir çocuğun hikayesini ögrenmek için mi okuduk?" diyebilirsiniz. Ama Pete'i tanısaydınız böyle düşünmezdiniz. Eh artık köfteyi yavaş yavaş çakmış olmalısınız. Pete, ağabeyi Pete dahil, herkesi fotoğraf gününde çok farklı ve yepyeni bir kıyafet giyeceğine inandırmıştı. Hatta Petunia'yı bile. Onu olduğu gibi görünce suratlarının alacağı şekli görmek için can atıyordu.
Her şey planladığı gibi oldu. Herkes çok şaşırdı, uzun uzun bakıp bir fark görmeye çalıştılar ama nafile. Pete beklediği ilgiyi uyandırmıştı. Fotoğraf çekildi. Pete 3 sıra olan sınıf fotoğrafında orta sıradaydı. Akşam son derste fotoğraflar sınıfa gelip herkese dağıtılınca normal hali olduğu için çok önemsemedi. Eve gidince bakarım dedi.

Eve geldi, çantasını yatağının yanına fırlattı ve kendini yatağa attı.  Olduğu yerden çantasına uzandı ve fotoğrafın olduğu zarfı aldı. Fotoğrafı zarfından çıkardı ve göz hizasında havada tuttu. Eğer bu sahneyi dizide izliyor olsaydık fotoğraftan önce Pete'in suratındaki şaşkın ifadeyi ve gözlerini kırpmasını izlerdik. 

3 Mart 2014 Pazartesi

Ani Sevinç

Blogun adı multi-content ama şu ana kadar hep single content gitti diyebilirsiniz. Çünkü ben diyorum.  Lakin endişelenmemize gerek kalmadı. Bir plancığım var bizleri bu çıkmazdan kurtarmak için.  Ancak bundan önce ameliyatlı olan sağ kolumun iyileşmesi lazım çünkü ona ihtiyacım var.

Beni eskiden tanıyanların "ay nihayet" diyeceği yeniden tanıyanların "hadi ya böyle bir şey mi varmış" diyeceği bir durum bu. Sanırım sevincimi paylaştığıma göre artık kolumun acılarını hissetmemek için uyuyabilirim.

Bir de imaj koyayım.

Buyrun Rockefeller binası.


Posted via Blogaway

1 Şubat 2014 Cumartesi

Genç Viktor Frankenstein'ın Acıları

3. Hikayemiz kutlu olsun!! Bu hikayede karakter Dr. Viktor Frankenstein, mekan ise Audimax (okuduğum üniversite olan Münih Teknik Üniversitesinin büyük amfisi). Keyfini çıkarın.


Genç Viktor Frankenstein'ın Acıları

Viktor Frankenstein Cenevizli bir ailen üç oğlunun en büyüğüydü. Akıllı bir çocuktu. Simya ve kimyaya ilgi duyardı. Çarpık aile yapısı onu ailesinden kaçmaya zorlamıştı. Erkek kardeşleri çok parlak değillerdi, anne babasını da kaybettikten sonra diğer oğlanların bütün sorumlulukları ona kalmıştı, oysa ki ikisi de kendi başlarının çağresine bakabilecek yaşa gelmiş, sapa sağlam erkeklerdi. Sırf üşengeçlikten hiç bir sorumluluklarını yerine getirmiyorlardı ve onların başlarını beladan kurtarmak hep Viktor'a kalıyordu.
Kendini kapana kısılmış hissediyordu Viktor. Kardeşleri ile uğraşmaktan kendi önünü göremiyordu. Günleri onların kıçını toplayarak ve kuzenine duyduğu imkansız aşka üzülerek geçiyordu.
Tabi bir yandan liseye devam ediyordu. Cenevizdeki Alman Lisesine gidiyordu ve Abitura hazırlanıyordu. Neyse ki akıllıydı da ders çalışmadan bir şeyler yapabiliyordu. Sonunda 2.0 yaptı ve okumaya Almanya'ya  gitmeye karar verdi. Böylece hem kardeşlerinin gereksiz isteklerinden kurtulacak hem de Elizabeth'den uzak kalacaktı.
Asıl amacı Münih Teknik Üniversitesinde Kimya Mühendisliği okumaktı, ama abituru yetmedi. Onun yerine Ingolstadt Üniversitesine girdi.

Bu onun hayatındaki dönüm noktalarının ilki olacaktı.
İlk günler klasik bir ersti hayatı olarak geçti. Partiler, klupler, ucuz ucuz Alman biraları...
Vorlesunglara (amfi dersleri) gitmemeye başlamıştı, " ben kardeşlerinin ödevlerini yaparak abitur almış adamım, ayrıca profesörün bayrişini (Bayern aksanı) anlayana kadar uyurum daha iyi, beyin hücrelerime yazık, sınav dönemi kasarım geçerim" diyordu her alarm çaldığında kendi kendine.
Ne var ki sınav dönemi geldiğinde o hayalindeki ani tempo değişikliğini yapamadı. Her derse oturduğunda "önce bir çay içeyim çay iyidir" tarzı bahanelerle mutfağa gidiyordu.
Dikkati dağılmaya çok müsaitti. Kütüphanede çalışmaya karar verdi. "Orada dikkatimi dağıtacak bir şey olmaz sadece kitaplar ve ben" diye düşünmüştü, çok yanlış düşünmüştü.

Sabah güzel çalıştı allah için. Sonrasında hakkettiği öğlen yemeğini yedi ve derse oturdu. Ama bu sefer sabahki gibi çalışamıyordu. Göz kapakları 10 ton olmuştu. "Yüzümü yıkamalıyım" diye düşündü. Ama sonra bütün dirsekleri kolları sırılsıklam olacak, çenesinden etrafa su damlaları damlayacaktı. Bu fikir içini açmadı. "En iyisi iki tur yürüyeyim şu kütüphanede" dedi. Kendini iyi hissetmek için kimya tarafına doğru yöneldi. Ellerini kitapların sırtlarına sürte sürte, müzik klibinde oynarmış gibi salına salına rafların arasında süzülüyordu.


Bir anda bir parmağına elektrik çarpmış gibi oldu. "Yok lan nalaka statik elektriktir o" dedi ama aklı kaldı.
Geri döndü eline elektrik çarpan kısımda bir ileri bir geri elini sürtmeye başladı. Yavaş yavaş alanı daraltarak eline elektrik çarptıran kitabı buldu. Zaten artık bunun statik elektrik olmadığına emindi. Her seferinde çarpılmıştı çünkü. Okumak istiyordu ama elektrik çarparken nasıl okuyacaktı. Nefesini tutup kitabı yerinden çekti. Kitap raf sınırlarından tamamen çıktığı anda çarpmaz oldu.
Kitabın adı "Kimyadan Simya" idi.

Tahmin edebileceğiniz gibi tam Viktor'a göre bir kitaptı.

Yere çömüp kitabı okumaya başladı. Kendini frenleyemiyor, okudukça okuyası geliyordu. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Viktor kitabı bitirmeye kararlıydı. Onu kimsenin göremeyeceği bir yere geçti çünkü kitap ödünç alınması yasak bir kitaptı. Planı okul kapandıktan sonra kalıp kitabı bitirmekti.
Saat 22.00 da kütüphanenin ışıkları kapandı. Artık tek başınaydı Viktor. Önce kütüphanecinin masasından kapının yedek anahtarını aldı ve kapıyı açıp kütüphaneden çıktı. Zaten azıcık sayfası kalmıştı onları da kimya laboratuvarında okuyacaktı. Kimyasal kokusunu seviyordu.

23.40 gibi kitabı bitirdi. Beyni genleşmiş gibiydi. Öğrendiği şeyler onu büyülemişti. Kitap bittikten sonra bir boşluğa düştü. Bu kitabı aklından çıkarmak istemiyordu.

Böylece uzun vadeli bir karar aldı; kitapta okuduğu deneyleri yapacaktı. Ama sıra ile gitmeyecekti. Kendine sürprizler yapacaktı, bir deneye denk gelene kadar rastgele sayfalar açacaktı.
Gerçi bu düzeni bulmasının sebebi kitabın ortalarındaki "insan yaratma" deneyini yapmak istemesiydi. Baştan veya sondan başlasa onu yapana kadar çok deney yapması gerekecekti. Bunları düşünürken "ya ben kime söz vermişim ki istediğim deneyi yaparım" dedi ve hayallerini süsleyen deneyi yapmak için gerekli malzemeleri toplamaya başladı.
En ana malzemesi bir cesetti, e haliyle tıp fakültesinin kadavra odasına gitti. "Okulun malzemesi hepimizin parasıyla alınıyor sonuçta" diye bir mantık yürüttü ukala cahil.
Oysaki yürüttüğü ceset, bir idam mahkumunun cesediydi, devlet bağışlamıştı. Cesedin adi Rıdvan'dı ve zamanının azılı bir katiliydi. Hatta takma adı Şeytan Rıdvan'dı.

Adrenalin manyağı olmuş bir halde hızlıca yaptı deneyi Viktor, ve birden ayaklandı Rıdvan.
Cenevizli Viktor, Rıdvan'ı tanıyamamıştı. "Adın nedir?" "Rıdvan, Şeytan Rıdvan" "Şeytan, hmm aslında bir zombisin ama şeytan diyorsan sen şeytan derim ben de sana."
Birlikte eve gittiler. Viktor Rıdvan' ın üzerine titriyordu. Kardeşlerine bile böyle ilgili yaklaşmamıştı hiç. Ancak maço bir erkek olan Rıdvan bu ilgiden çok sıkılıyordu, ayrıca her aynaya baktığında gördüğü mor cilt ve tıp örencilerinin marifeti olan yaralar psikolojisini kötü etkiliyordu, bunalıma girmişti.

Aylar geçiyordu, Viktor sınavlarından kalmıştı, ama Rıdvan ile yaşadığı gizli hayat onu o kadar çok oyalıyordu ki exmatrikulation (Alman sisteminde okuldan atılma) son derdi olmuştu.
İlk hayatında da bir sosyopat olan Rıdvan ise sürüklendiği psikolojik bunalımın da etkisiyle cinayetler hayal etmeye başlamıştı ve kendisine çok zor hakim oluyordu.
Sonunda bu iç güdüye dayanamaz hale geldi ve sokağa çıkıp rastgele insanları bıçaklamaya başladı. Ingolstadt dehşet içindeydi.

Bütün dünya Ingolstadtdaki katliamdan bahsediyordu. Tabi ki Münih de durumdan haberdardı.
Professor Kaufmann TUM kimyada elektrokimya Lehrstuhlu (kürsü) başkanıydı. Aynı zamanda geçen sene Viktor'un dosyasını inceleyen, ve kalbi ne kadar istemese de Abi notundan ötürü onu reddeden kişiydi, oysa ki Viktor' un motivasyon yazısından çok etkilenmişti. İşte Kaufmann, bu zombi saldırısından çok etkilenmişti, çünkü bir ölüyü canlandırma  deneyini anlattığı kitaptaki yöntem ile canlandırılmış gibi duruyordu Rıdvan.

Bu arada Ingolstadtda polisler Rıdvan'ı yakalamışlardı. Rıdvan'ın Viktor'un adını vermesi an meselesiydi.
Sonunda bu stresse dayanamayan Viktor babasının beylik tabancasını alıp polis istasyonuna gitti. Kitaptan öğrendiği bir başka çok faydalı bilgi olan 5 dklık felç eden sprey ile önüne çıkan her polisi etkisiz hale getirerek Rıdvan' a ulaştı.

"Kardeşim gibiydin" dedi, silahı Rıdvan'a doğrulttu.

Rıdvan'ın gözlerinden öfke fışkırıyordu, "Bak Viktor gücümü küçümsüyorsun." dedi.

Ama Viktor onu dinlemedi, ve tetiği çekti.

Geldiği gibi terk etti polis istasyonunu. Evine gitti, kapıyı çekti, ve 2.5 ay boyunca yiyecek almak haricinde hiç çıkmadı sokağa. Ağır bir depresyon geçiriyordu. Onu dış dünyaya bağlayan tek şey postalardı. Onların da en sonuncusu Ingolstadt Üniversitesinden atıldığının belgesiydi.

Bir yanda Prof. Kaufmann zombi hadisesi ile ilgili araştırmalarına devam ediyordu. Kitabının kopyalarına sahip olan herkesi araştırdı. Tabi ki araştırmaya önce Ingolstadt Üniversitesi öğrencilerinden başladı.

Viktor' un kayıtlarındaki gariplikler ilgisini çekti, zaten tahmin etmişti bu garip çocuğun olay ile bir ilgisi olduğunu. "Anlaşıldı" dedi ve Münih'e döndü.

Viktor posta kutusunun şıngırtısına uyandı. Röpdeşambırını giyip mektubu aldı, okumaya başladı:
"Sayın Frankenstein, Viktor, 
Üniversitemizin Kimya Mühendisliği bölümüne yaptığınız başvuru tekrar değerlendirilmiştir. Değerlendirme sonucu sözlü bir mülakata tabi tutulmanıza karar verilmiştir.
Mülakat tarihi: 19 Ağustos
Mülakatçı: Prof. Hermann Kaufmann

Yer: Arcistrasse 21 Audimax"

14 Ocak 2014 Salı

Kölnıl ve Komşunun Piliçleri



Küçük Kölnıl da Sergen, James, Fatma, Hans, Eivind, Fleur, Brigitte, Maximillian ve bir çok başka şanssız çocuk gibi yüksek güvenlikli bir hapishanede açmıştı dünyaya gözlerini. O, dünyayı bundan ibaret sanıyordu, kadınlar koğuşunda her sabah uyanıp çayı demliyorlardı annesi ve koğuş arkadaşları ile. Acıkcası Kölnıl'n annesi koğuş ağası olduğu için hapishanede doğan çocuklar arasında birazcık kaymak tabakadan sayılırdı. Diğer mahkumlar Kölnıl'ın keyfini hoş tutmak için ellerinden geleni yapıyorlardı, Kölnıl da kendisini sadece diğer mahkum çocukları ile karşılaştırabildiği için kendini şanslı sanıyordu, ranzanın üst katı onundu, ilk çay onundu, son salatalık onundu...

Her gün öğlen yemeğinden sonra annelerindan ayrıca bahçeye çıkma hakları vardı. Bahçede en sevdikleri yer elektrikli telin orasıydi, çünkü tellerin arasından komşu hostelin bahçesi görünüyordu. Gidemeseler de görebiliyorlardı.

Peterpan Hostel Roma da ki en pis hostel olmakla kalmıyor, dünyadaki en pis hostel olarak ününü yaymaya devam ediyordu.Genel olarak mahkum yakınları ve Alman Lisesi Roma gezisine gelen gençlerin kaldığı bir hosteldi. Bahçede genelde domuz besleyen hostel yönetimi, o sene kaybettikleri, dünyanın en çirkin domuzu olmaya aday olan Spiderpig'i kaybettikleri için hala yastalardı, Spiderpig'in yerini başka bir domuzun doluramayacağına karar verip, onun yerine kötü kokan başka bir hayvan almaya karar verdiler.

Hostelde kahvaltı servisi olarak sadece Corny Bar olması müşterilerin biraz moralini bozuyordu genelde, bir taş ile iki kuş vurmaya karar veren hostel yönetimi ise Spiderpig'in ardından bir tavuk alıp günlük yumurta sahibi olmaya karar verdiler.
(Ne kadar çok karar verdiler)

Neyse efendim

Hostelin ne kadar cif ve çarsaf fonu olmasa da, düzenli olarak yıllık "domuzun masrafları" fonu ayrılıyordu. Tavuğun ihtiyaçlarını da bu fondan karşılamak gerekiyordu, baktılar ki gereksiz çok para var bu fonda "aslinda iki tavuk bir horoz alırız, onlarda ürer ürer çoğalır, biz de tavuk zengini oluruz" dediler.

Tavuklar ve horoz alındı, hostel bahçesine salındı.

Bir yanda Kölnıl, Ayşe, Bahattin, Lorenzo ve Maria-Luiz her gün bahçeden hosteli gözetlemeye devam ediyorlardı.

Tavukların ve horozun gelmesi tabiki de bu gençler için yeni bir heyecandı, onların uçmaya calışıp uçamamaları, salak salak bağırmaları, yürürken kafalarını sallamaları çocuklara sihir gibi geliyordu. Zira hayatlarında ilk defa tavuk veya horoz görüyorlardı.

Günler geçiyordu, civcivler doguyordu.

Kölnıl için bir hayat tarzı olmuştu artık tavukları izlemek.

Tavukları izlerken yılların geçtiğini farketmedi, bir damla yaş süzüldü gözlerinden annesinin elinden tutup taksinin arka camından hapishane kapısına bakarken.
(SO MUCH EDEBİYAT)

Her şey çok yeniydi Könıl için, ev, televizyon, telefon, çimen vb. Artık tavukları izleyemez olmuştu. Televizyon ona ilginç gelmiyordu. Her şey yeniydi ama tavuklar olmadan hiç bir şey ilginç değildi.

İlkokula başlamıştı, akıllı sayılırdı ama malesef derslere veremiyordu kendini. Tek yaptığı şey kirmızı çizginin yanına tavuk resimleri çizmekti. Veli toplantısında annesine söyledi öğretmeni bu problemi. Çocuğunun mutluluğunu her şeyden üstün tutan annesi Kölnıl'a  "Kafasi pembe boyali civciv var pazarda alayım mı?" dedi. Sevinçten çıldıran Kölnıl "Eveeet anneciiim noooluur süpeeer. " dedi. Fakat kelimeleri uzatırken asıl amacı şirinlik yapmak değil, zaman kazanıp bir tavuk bir horoz aldırmanin yollarını aramaktı.

Bulamadı.

Adam gibi gitti rica etti annesinden, annesi de öküz değil zaten "Amaaan istediğin bir civciv daha olsun, İtalyan mafyasıyız burda, civciv dediğin nedir ki?" dedi.
En baslarda herhangi bir cocuk kadar seviyordu civcivlerini kölnil

Fakat civcivlik evresi onun ilgisini çekmiyordu, civcivler hemen büyüsünler üreyip çoğalsın, her yer tavuklarla dolsun istiyordu.

Gözünü hırs bürümüştü.

Tavuk yumurtalamaya baslayinca aklina yeni bir fikir geldi Kölnıl'ın; yumurtaları satıp yeni civcivler almaya başladı, o civcivler büyüdü, yurmurtladı o yumurtalar ya satıldı ya civciv oldu ve kısa sürede bütün bahçe tavuklarla doldu, bir rüya gibiydi.

Kölnıl nereye dönse bagırıp, bir karış havalanmak için kıçını yırtan tavuklar görüyordu. "İşte hayat bu, ben buna yaşamak derim" dedi.

Taaaa ki bir gün Kölnıl'ın annesi bahçede düşürdüğü yüzüğünü ararken yanlışlıkla düşüp tavukların arasında yere yapışana kadar. Zavallı kadın kendini doğrultamamış ve ağzına kaçan tüyler yüzünden nefes alamayıp ölmüştü.

Bu durum Kölnıl'ı çok derinden etkiledi. Annesinin ölümünden hep kendini sorumlu tuttu. Arkadaşları onu teselli etmek için "Ya sen bişi yapmadin tavukların suçu." diyorlardı her gün. Yavaş yavaş bu fikre alışan Kölnıl tavuklardan soğumaya başladı.

Bir gün bahçede gezerken gözüne parlak bir şey takıldı. Tavuklardan biri parlak bir halkayı gagalıyordu. Bi baktı annesinin yüzüğü. "İnanamıyorum abi şunun için mi öldü annem yani." dedi

O anda sinirle eline gelen tavuğu boğmaya başladı. Bir iki saat içinde bütün tavukları boğmuştu. "Naapıcam lan ben bu kadar tavuğu, komşulara dağıtayım " dedi. Sonra da
"Çiğ çiğ verilmez pişireyim de vereyim." dedi

Meğersem çok başarılıymış pişirip kovalara doldurma konsunda. Tavukları hep komşularına dağıttı, milletin karnı doydu.


SON

12 Ocak 2014 Pazar

Black Smoke ve Hayatımın Fırsatı

İşte ilk hikayem. Bu hikayede mekan "Çarkıfelek stüdyosu" karakter ise "Black Smoke". Afiyet olsun.


Black Smoke ve Hayatımın Fırsatı

Black Smoke da diğer smokelar gibi hayatını Çarkıfelek stüdyosundaki sis makinasından girip çıkarak geçiriyordu. Diğer smokelar ak ak iken, Black Smoke siyah olduğu için hep diğer smokelar tarafından hor görülüyordu. Bir günü diğer gününden farklı geçmiyordu. En heyecanlı zamanları ramazandi, çünkü ramazanda çarkıfelek hep iftara denk gelirdi ve bu black smoke gibi bütün smokelar için 2 katı iş güç demekti. 

Set ekibi dahil herkes Black Smoke'u aşağı görürdü. Black Smoke canlı yayında çıkmasın diye yayından önce Black Smoke sırasını savana kadar sis mankinalarını açık tutarlardı, mesaisi bitsin de gitsin diye. Black Smoke tabiki bunun farkındaydı, bunu neden yaptıklarının da farkındaydı, ama hayatını ezilerek geçirmişti, itiraz edecek yüzü yoktu, kaldı ki set ekibi de ona erkek gibi çıkıp "Siyahsın ondan istemiyoruz." demiyorlardı, "Kanalın standardı gereği her yayından önce sis makinasını test etmeliyiz." tarzı yavşak yalanlarla konuyu savuşturuyorlardı. Ortada açık bir sebep yokken savunulacak bir hak da olamazdı tabiki. Ayrıca Black Smoke kendi klanındaki tek siyah smoketu, ayaklanıp direnecek mecali kalmamıştı.

Günler birbirini kovalıyordu.

Ramazan yaklaşıyordu.

Memedalierbilin yavsaklığı tavan yapmıştı ve hiç bir kanal Çarkıfelek'i göstermek istemiyordu. Eskiden ünlülerin yarıştığı Çarkıfelek önce 1 ünlü 2 ünsüz, sonra da 3 ünsüzün yarıştığı bir yarışmaya dönüştü.

Ancak hiç kimse o her gün gelen 3 ünsüzden birinin Black Smoke'un hayatını sonsuza dek degiştireceğini tahmin edemezdi...


O gün tuhaf bir şeylerin olacağı sabahtan belliydi. Gökyüzü kızıla çalan bir turuncuydu. Kuşlar susmak bilmiyordu. Black Smoke uyandı, işe gitmek için hazırlandı. Küçük bulutçuklarını kabarttı. Kanal binasina girdiginde bir şeylerin ters gittiğini farketmişti. Bir panik hakimdi smokelar odasına. Bazı smokelar kanala haber vermeden Neuraumda (Münih'te bir gece klübü) işe başlamışlardı. Kanal ne yapacağını bilemiyordu, acilen destek smokea ihtiyaçları vardı.

Aranan destek bulunamadı.

Elleri mahkum Black Smoke'u canlı yayında kullanmaya karar verdiler. Black Smoke'un içi içine sığmıyordu, sevinçten ne yapacağını bilemiyordu.

Fakat Çarkıfelek stüdyosunda kader ağlarını örerken Black Smoke için daha büyük kapsamlı bir hikaye yazmıştı.

JJ Abrams, "Lost" dizisi için John Locke karakterine cast arayışı içindeydi, ve Rayray Kasım'ı kel olmasından mütevellit role çok uygun olduğunu duymuştu, kendi gözleri ile görmek için seyircilerin arasında yerini almıştı.

İşte her şey o gece oldu.

Rayray Kasım "ray malifalitiko, ray salimalimiko, rayrayrayray lolololo riririri gysnnagxivgai5@28.?;h" şeklinde devam eden "Ray Malifalitiko" adlı eserini seslendirirken stüdyoyu basma sırası Black Smoke'a geldi.

Bir anda bütün stüdyo siyaha bulandı.

JJ Abrams Rayray Kasım'ı gözden kaybetti, ne olduğunu anlayamadı, oysaki Mayray Kasım Memedalierbil ile yan odaya hediye seçmeye gitmişti, ama konsepte alışık olmayan JJ bunun Black Smoke'un marifeti oldugunu sandı. Kendi kendine "Bir şekilde bu genç adama dizimde yer vermeliyim" dedi.

Düzgün bir şekil bulamadı.

İleriki sezonlarda bulurum dedi, ama pek de bulamadı sanki.



SON

11 Ocak 2014 Cumartesi

Merhabalar

1 numaralı post neşeli ve rengarenk ve biraz da yol gösterici olsun istedim. Bloguma bu gece ders çalışmamak için odamda hazırladığım ve kadim dostlarımın bir çoğunu, adeta Barış Manço'nun "El Salla" klibindeki gibi, tek bir karede toplayan bir görsel ile başlamak istedim. 

Blogun içeriğine gelirsek; öncelikli olarak bir süredir yazdığım absürd kısa öyküleri paylaşmayı planlıyorum, ama biliyorum ki arada kendimi tutamayıp konu dışı yayınlar da yaparım, o yüzden kesin bir ifade kullanmak istemiyorum.


Öykü konusuna gelirsek; aslında bu öyküler anlık olarak arkadaşlarımın önerdiği rastgele bir mekan ve bir kişi ile başlıyor, işin büyülü kısmı orada. Eğer ki yorum yapacak kadar cesur bir izleyici kitlesine ulaşırsam bundan sonra blog yorumlarından da mekan ve kişi kullanabilirim diye umuyorum.


Hepinize esenlikler diliyorum. Aslına bakılırsa esen kelimesinin tam anlamını da bilmiyorum ama pozitif bir veda sözcüğü olduğunu biliyorum. 


Hoşçakalın